Hey Yaşar Abi! O güzel atlara binip gittin ha! Gidip de bizi bu dar-ı dünyada bir başımıza koydun ha! Ne demeli bilemiyorum; yıllarca “Arkam sensin, kal’am sensin dağlar hey” dedim, şimdi dağlarım devrildi, kalelerim yıkıldı, kolum kanadım kırıldı.
Böyle bir günde senin üstüne inceleme yazamam, romanlarını anlatamam; ancak senin rüzgârlı kişiliğinden akılma gelen bölük pörçük anıları sıralayabilirim, bir de ardından ağıtlar yakarım.
***
Yaşar Kemal adı geçtiği ya da onu aramayı
düşündüğüm ya da onunla ilgili bir şey hatırladığım zaman aklımda deli
deli türkülerin dolaşması neden acaba? Ona telefon açarken “Üstü kan
köpüklü meşe seliyim” derim içimden. Evine doğru giderken “Derde deva
derler kartalın yağı” türküsünü mırıldanırım. Buluştuğumuzda bu kez
onunla birlikte “Deryanın bekçisi ben oldum”u söyleriz. Böylesine
tepeden tırnağa çiçek açmış, türküye durmuş bir başka insan gelip geçti
mi bu dünyadan bilmem. Belki Karacaoğlan, belki Dadaloğlu, belki adını
bile duymadığımız; dağların, koyakların, turaçların, kartalların,
gazellerin türküsünü söyleyen bir başka ozan.
Yaşar Abi’yle hayatımızın 44 yılı birlikte
geçti, kötü günler gördük, iyi günler gördük; gurbet acısı, ölüm acısı,
parasızlık, hapis, linç, zulüm gördük. Ruhsati gibi “Ben ölüm acısı
gördüm geçirdim/Ayrılık ateşi, gurbet var iken” i yaşadık. Ne var ki
umudumuzu hiç yitirmedik; Yaşar Abi’nin insan soyuna duyduğu güven;
güzel günler geleceğine , insanın tükenmediğine, insan yüreğinin
dibindeki cevherin er ya da geç parlayacağına inanması, bundan zerre
kadar kuşku duymaması, en zor zamanda çevresindeki herkesi ayakta tuttu.
Yanındakileri de harekete geçiren enerjisi, neşesi ve sapasağlam
duruşuyla gölgesini bunalmış insanlara cömertçe sunan bir Toros ağacı
gibi. Bunca yıl ve bunca dert içinde, en çok ne yaptınız denirse buna
cevabım; türkü söyledik, edebiyat konuştuk, güldük olur. Gerçekten
bunları yaptık. Türkü söylemek dediysem öyle alçak sesle mırıldanmak ya
da evlerde salonlarda saz çalarak söylemek değil. Stockholm’un karlı
caddelerinde, Paris’in geniş meydanlarında, İstanbul’un her yerinde,
lokantalarda, uçaklarda, trenlerde arabalarda avaz avaz türkü söyledik.
Ona en son türküyü; hastanede yoğun bakım odasında söyledim. (Evet,
yoğun bakım odasında) Yaşar Abi dedim, dinle bak, seni cana getirecek
bir türkü bu. Hele Kozan’a Kozan’a/Kozan’a destan yazana/ Kurban olayım
olayım/Küsüp de dağda gezene. Yüzü güldü, kollarına takılı serumları,
tansiyon ölçen aletleri, bir sürü tıbbi cihazı söküp atmak ister gibi
heybetle yekindi; atın burda mı, dedi bana; hadi götür beni, atın burda
değil mi! Ölümden, hastalıktan kurtulmak, sokağa çıkmak, insanlarla
konuşmak, hayata karışmak, kıratın sırtına atlayıp Köroğlu gibi yalçın
dağlara vurmak istiyordu kendini. Hadi, dedi hemen götür beni hemen,
atın burda değil mi? Onun konuşmalarına alışık olduğum için, hele son
zamanlarda dalgınlaştığında söylediklerini Ayşe’yle birlikte
anlamayanlara tercüme ettiğimiz için, ne demek istediğini biliyordum
elbette. Araban burda, mı diye soruyordu. Burada Yaşar Abi dedim,
gideceğiz merak etme, şu hastalığı bir atlatalım. Kızdı bana; bahane
uyduruyorsun, adam değilmişsin dedi. Anladım ki o yatağa bağlı kalmak
canını çok yakıyor; kendimi aynı yatağa bağlanmış gibi hissettim; aynı
şekilde canevim yandı ama ne yapabilirdim ki? Elim kolum sahiden
bağlıydı. Son yıllarda evden çıkması güçleştiği zamanlarda o şakacı
haliyle “Hadi” diyordu “bir yerlere gidelim. Şah da ölür padişah da!”
Onu alıp lokantalara, parklara götürüyordum.
Türküler dedim madem; devam edeyim.
Basınköy’deki evinden çıkar, çamurlu vadiden aşağı iner, Menekşe
istasyonudan tıklım tıkış banliyö trenine binerek Sirkeci’ye giderdik.
Bazen de onca yolu yürürdük. Çünkü derdi ki “Allah iki Adanalıya yürü ya
kulum demiş. Sakıp Ağa’ya yukarı doğru, Yaşar Kemal’e de Florya’dan
Sirkeci’ye doğru” Sirkeci dediysem bir maksadı var elbette: Kültür
Merkezi’ne gidiyorduk. Kültür Merkezi oradaki 3 numaralı vapur
iskelesindeki kasetçilerdi. Anadolu’nun her yöresinden adı duyulmadık
yerel türkücülerin kasetleri satılırdı orda; biz de bunları alıp
dururduk. Sonra evde dinler dinler coşardık. Cembeli dinlerdik, İpin Ucu
Sendedir dinlerdik, dengbejler, âşıklar dinlerdik. Halay türkülerinde
elini hey hey hey diye sallardı; yaşa be! diye coşardı.
Onun anlattığı bir hikâye, şaka
konularımızdan birisiydi: İran Şahı Rıza Pehlevi geldiği zaman Atatürk’e
Azeri lehçesiyle “Sen menim kumandanım, men senin leşkerinem!” demiş.
Ben de ona hep bu sözü tekrarlardım. Bir gün dedi ki “Bu böyle olmuyor,
ben edebiyat kumandanıyam ama sen de türkü kumandanısan.” “Yok be Yaşar
Abi” derdim, “her zaman kumandan sensin, bak Fransız bile sana kumandan
rütbesi vermedi mi?” “Arrrrrr!” derdi ve kahkahalarla gülerdik. Kürtler
çok şaşırdıkları zaman arrr dermiş, ondan öğrenmiştim yine.
Türküler söylemesini isterdim; yakası
açılmadık Çukurova ağıtları, Kürt havaları, Karacaoğlan demeleri…
Söylerdi ama derdi ki “Bunu hemen öğren sonra bana öğret, çünkü
unutuyorum, her seferinde başka türlü söylüyorum.” Kulağa tuhaf geliyor
ama sahiden de öyle oluyordu.
Başlıyorduk hemen: “O yar gelir yazı da yaban gül olur hey gül olur/ Yüzün görsem tutulur dilim lal olur”
***
Bir öğleden sonra Stockholm’de bizim talebe
evindeyiz; ona kendi şiirinden bestelediğim Merhaba adlı kaydı
dinletiyorum. Ne diyeceğini de merak ediyorum doğrusu; yürek pır pır!
Birden yüzünde büyük bir kaygı ifadesi beliriyor: Eyvah diyor, eyvah;
bir yandan da sokak kapısına yöneliyor; çıkıp gidiyor. Afallayıp
kalıyorum. Parçayı beğenmedi desem değil, daha tamamını dinlemedi bile.
Başka bir yere sözü vardı da unuttu desem o da değil; çünkü zaten
görüştüğümüz çok az insan var. Neyse; merak içinde akşamı ettim, sonra
telefon ettim, ne oldu Yaşar abi dedim. Anlatırım yahu dedi hadi
buluşalım. Stockholm’de Thilda ile geçici olarak kaldıkları eve gittim,
onu aldım, dışarı çıktık, her zamanki Çin lokantamıza gittik, her
zamanki masamıza oturduk, her zamanki yemeği söyledik. O sıralarda Al
Gözüm Seyreyle Salih romanını yazıyor. Dedi ki; yahu senin evde birden
aklıma o sabah yazdığım bölüm düştü. Yunus balığı ölüyor, Salih de onu
kıyıdaki kumlara gömüyor. Kendi kendime dedim ki bu çok çiğ birşey;
Yaşar Kemal nasıl yaparsın bu çirkinliği, yakışıyor mu sana! Hemen eve
koştum, o sayfaları yırtıp attım, yeniden yazdım, balığı gömdürmedim,
içim rahatladı. Edebiyatı ölüm kalım meselesi olarak algılayan, dünyaya
hikâye anlatmak üzere gelmiş bir büyük yaratıcının heyecanıydı bu. Şapka
çıkardım. HHH Çağrışımlarla, dilimin ucuna geleni yazdığım bu bölük
pörçük anılarda bir de sokakta yatıp kalktığı her halinden belli olan
bir Fransızın hikâyesi var. Cannes film festivalindeyiz, bir kahvenin
terasında oturuyoruz. Önümüz ana cadde, ötesi kumsal ve deniz. Caddeden
iki yana yıkıla yıkıla, sarı sakallı, yırtık ceketli, gözleri baygın
baygın bakan bir Fransız berduşu geliyor, bize yaklaşıyor ve para
istiyor. Sabah sabah öyle bir alkol kokusu geliyor ki adamdan anlatamam.
Masada kalabalığız, gazeteci arkadaşlarımız var. Yaşar Abi adama cömert
bir bahşiş veriyor, adam mersi diyor; bu sırada bir arkadaş sarhoşa
Fransızca “Bu mösyöyü tanıyor musun?” diye soruyor, sonra ekliyor:
“Yaşar Kemal.” Ben içimden amma da soru ha diyorum, sokakta yatıp kalkan
adam nerden tanısın Yaşar Kemal’i? Sarhoş ileri geri sallanarak
gözlerini kısıyor, Yaşar Abi’ye bakıyor bakıyor, sonra ağzından şu
kelimeler dökülüyor “Memed le bandit” Yani “Eşkıya Memed” Ağzımız açık
kalıyor.
***
İsveç’te parasızlık yılları. Benim durumum
daha içler acısı ama onun da sınırlı parasını idareli harcaması gerek.
NK denilen lüks mağazadaki sabun satılan bölüme girdik. Güzel kokan
cicili bicili sabunlar; hepsi bir moda firmasının adını taşıyor ama ateş
pahası. Yaşar Abi bu sabunlardan üçer beşer atıp sepeti dolurmaya
başladı. Ne yaptıysam engel olamadım; hesabı ödeyip çıktıktan sonra bana
“Şaşırma!” dedi ve şunları anlattı. Çocukken köyden kaçıp Kadirli’deki
akrabalarının yanına gitmiş. Banyoyu yakmışlar, bir kalıp da sabun
vermişler. Gürül gürül akan sıcak suyla o sabun Yaşar Abi’nin o kadar
hoşuna gitmiş ki bir kalıp sabunu neredeyse eritmiş. Çıkınca da bu
yüzden hatırı sayılır bir dayak yemiş. Bu yüzden “Dayanamadım aldım
yahu” diyordu O günden beri sabunlara düşkünüm.
***
Paris 1984
Elysee Sarayı’nın görkemli bir salonunda
Cumhurbaşkanı Mitterrand dört kişiye Legion D’Honneur madalyası veriyor.
O dört kişi yan yana dizilmiş. Joris Ivens, Elie Viesel, Federico
Fellini ve Yaşar Kemal. Salonda ağır bir teşrifat havası var. Konuşmalar
yapılıyor, Mitterrand madalyaları takıyor. En son Yaşar Kemal’e geliyor
sıra. Yine o soğuk tören konuşmaları yapılıyor; Mitterrand Yaşar
Kemal’e ödülünü takmak için yaklaşıyor ama o da ne! Koca Yaşar Kemal
sarılıyor adama; o da Yaşaaaar deyip sarılmaz mı? O şatafat, o resmiyet
birden insan sıcaklığına dönüşüveriyor; herkes onun sihirli dostluğuyla
rahatlıyor.
Törenden sonra yan yana duran Federico
Fellini’yle, Yaşar Kemal’in benzerliği dikkatimi çekiyor. Nedense daha
önce hiç fark etmemişim; boy pos, yüz, gözlük neredeyse aynı. Bu
benzerliği dile getiriyorum; Fellini diyor ki “Tabii ikimizin de anası
Akdeniz.”
***
Bana anlattığı bir hikâye de Nâzım’a
küsmesi. Paris’te Abidin Dino’yla birlikte Nâzım Hikmet’i tren
istasyonunda karşılamışlar. Nâzım demiş ki “Yaşar, romanını okudum. Eğer
bana bu kadar zulmetmeselerdi, bunca yıl hapis yatmasaydım belki ben de
senin kadar güzel bir şey yazabilirdim ama olmadı.” Yaşar Kemal, “Koca
Nâzım’ın genç bir adamla alay etmesi yakışık alıyor mu?” diyerek oradan
ayrılmış ve küsmüş. Neden sonra anlatabilmişler ki Nâzım alay etmiyor,
içinden gelenleri söylüyor.
İki büyük yaratıcıdaki alçakgönüllüğe bakın.
***
Anılar anıları kovalıyor; bir çiçek dürbünü gibi her salladıkça yepyeni Yaşar Kemal tabloları oluşuyor.
Ama susmam gerek, nasıl olsa herkes anlatacak onu; dostluğuyla onurlanan onca arkadaşı konuşacak.
Ben sadece onun iki yakın dostunun sözlerini anacağım şimdi.
Bunların birisi Sait Faik’e ait:
Kitabını Yaşar Kemal için “Türklerin en
Kürdüne, Kürtlerin en Türküne” diye imzalamış. Bu ülkeyi yıllardır
yönetenler sadece bu cümleyi bile anlasalardı, bu kadar acı çekilmezdi.
Sabahattin Eyüboğlu da onun için diyor ki:
İnsan var
Karartır ak gündüzü,
İnsan var
Ağartır gecemizi
Karartır ak gündüzü,
İnsan var
Ağartır gecemizi
Gecen aydınlık olacak Yaşar Abi! Karanlıkla hiç işin olmadı ki!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum Kuralları
*Lütfen yanlızca yazı ile ilgili yorumlar yazınız.
*Yazının konusu dışında iletmek veya sormak istediğiniz bir şey varsa iletişim formunu kullanın.
*Bir Google Hesabınız yoksa Yorumlama Biçimi seçeneklerinden "Anonim" tıklayıp yorum yapabilirsiniz.